EX LIBRIS’iniz Nasıl Olurdu?

 

Kitap âşıkları kitaplarına çok özel muamelelerde bulunurlar. Onlar için kitap, bir kitaptan çok daha fazlasıdır: içeriğinden öte, fiziksel olarak da önem taşır kitap kurdu için. Örneğin; kitap ele alınıp okşarcasına önü, arkası çevrilip incelenir; sayfaların arasına burun gömülüp o kendine has koku içe çekilir. Elbette ki, yeni kitaplarda derin bir koku bulunmamakta. Onun oluşabilmesi için yıllanması gerekir. Raflarda- köklü geçmişi olan kitapçı ya da kütüphane raflarında- epeyce bir olgunlaşması gerekir. Yapraklarının sarıdan kahverengiye dönmesi gerekir- ve bir de gerçek kurtların sayfalar arasında seyahate çıkması..

 

Ritüelin bir parçası olarak, kitabın fiyat etiketi çıkarılır, bunlar genellikle sevimsiz bir yapışkan olduğundan, hiç iz kalmaması için yoğun çaba gösterilir. Gerekirse aseton kullanılarak sevgili dostumuz materyalist değer göstergesinden arındırılır ve kendi benliğine kavuşturulur. Sonrasında ise, içe sinerek elde tutulur, hattâ göğse bastırılır vee o tutkulu ilişki başlar..

 

Yıllar önce, üniversite çağlarımızda şehr-i İstanbul’da yabancı dilde kitap satan ancak birkaç kitapçı vardı: bizim en çok ziyaret ettiğimiz, fakülteye de yakınlığı nedeniyle, Mercan Yokuşu’ndaki Redhouse Kitabevi idi. Ders çıkışlarında o dimdik yokuşu heyecanla iner, yolun sağındaki kadim kitapçının kimbilir ne zamandan kalma ahşap kapısını gıcırtıyla açar ve yine aynı heyecanla ve yine o öte-âlemsel kokuyu içimize çekerek raflar arasında kaybolurduk. Aradığımız kitap çoğunlukla ancak birkaç adet bulunduğundan, birbirimizden ödünç alıp okurduk. Bazen bütün ödev verilenleri okumaya yetişemeyip, okuyanlardan özetini anlatmasını rica ederdik. Haftada en azından üç-dört kitabı hatmetmemiz gerekirdi. Bayağı zorlanırdık doğrusu. E, kolay mı İngiliz’in kültür tarihini, her yüzyıldaki romanını, tiyatrosunu, şiirini öğrenmek; linguistik çalışmalar da cabası.

 

Okurduk da okurduk. Düşünürdük, kafa yorardık, yorumlardık kendimizce.

Bizi en güzel şekilde yetiştirmeye gayret eden hocalarımıza mahcup olmamak için delice çalışırdık. Bazen isyan da ederdik elbet, yetişemedikçe okumaya,

düşünmeye gücümüz daha fazla yetmediğinde. Ama pes etmezdik. Sınavlardan kırık not alıp hocalarımızı üzmeyelim diye çırpınırdık.

 

Bizde bir tuhaflık varmış. Gerçekten varmış. Bugün, o günleri andıkça kendimi bir ‘exoplanet’ten buralara düşmüş bir yaratık gibi hissediyorum.

 

Neden mi?

 

Bir gün öğrencilerime ‘Bugünlerde neler okuyorsunuz arkadaşlar’, diye soracak oldum. Sormayaydım da keşke aklım yerinde kalsaydı. Cevap: ‘Biz okumayız, hocam?!’

 

Konuyu kurcaladığımızda da, ‘Bize okumak ve düşünmek öğretilmedi. Biz ezber çocuklarıyız. Lisede birçok ders boş geçti’, açıklaması geldi. Bu olay yaşandığında, doksanlı yılların sonlarıydı. O zamanlar yine bir nebze olsun okunurdu; ya da ‘okunurmuş’ demek daha doğru, bugün görüyoruz farkı.

Peki, okumadan nasıl var olunur? Biliyorum çok naif ve gereksiz sorular soruyorum. Ama elimde değil.. Oysa ki, etrafımıza baktığımızda koca koca cezbedici kitapçılar var her yerde. Raflar tıklım tıklım kitap dolu. İnsanlar da alıyor görünüyor. Ancak, hiç de öyle dolu dolu okuyan bir toplum gibi görünmüyoruz; tam tersi gittikçe içi boşalan bir topluluk haline geliniyor görüntüsü var hâlihazırda. Paradoks gibi görünüyor. Ama etrafta insanların birbirleriyle iletişimine baktığımızda, istemeden kulak misafiri olduğumuz sohbetlerinde boşluk ötesi bir boşluk seziliyor. Peki okuyanlar nerede, ve de okuyanlar ne okuyor? Neden okuduklarını içselleştirip, özümsemiyorlar? Okumanın amacı kendine bir şeyler katmak değil midir? Bu konuda da mı yanıldık??

 

Yoksa; çölün ortasında yaşayan, okuma-yazma bilmez bir tüccara inmiş olan ve “oku” emri ile başlayan yüce kitaba inananların zürriyetinde ancak bu kadar mı tezahür edebiliyor okuma eylemi?

 

Cicili bicili kitapçıların dergi reyonları alabildiğine uzun. Her konuda dergi ve yayın var ve fakat bunların okunmuş, öğrenilmiş hâli her ne hikmetse karşımıza çıkmıyor. Gündelik hayatımızı güzelleştirmedikten, daha nitelikli hâle getirmedikten, kendimizi olumlu yönde değişime uğratıp geliştirmedikten sonra okumak niye? Ne işe yarıyor o zaman, vakit geçirmeye mi? Gündelik hayatı eleştirmezsek, onun ötesine nasıl geçebiliriz? Daha kaliteli bir hayata nasıl adım atarız. Her şeyi kabullenip köşeye çekilirsek nasıl ilerleriz.

 

Bu garibin garibesk soruları bitmez.

 

 

 

Gelelim ex libris meselesine: Lâtince bir ifade olup, “…’nin kitaplığına aittir” şeklinde Türkçe’ye çevrilebilir. Daha iyi açıklayabilmek adına İngilizcesi: ‘from the library of…’ ya da ‘this book belongs to…’. Yani, kitap sevdalılarının kitaplarının ilk sayfasına yapıştırdıkları

ya da mühür şeklinde bastıkları, kendilerine, zevklerine, kişiliklerine göre tasarlanmış ibare.

 

Geçmişte, Avrupalı entelektüeller, engin kütüphanelerini oluştururken bu detayı atlamamışlar. Kimisi, soylu ise aile armasını basmış, kimisi sevdiği hayvanı ya da okuma ve kitap ile ilgili bir ayrıntıyı. Art Deco tarzından bitki desenliye, antik öğelerden fleur de lys’ lere kadar zengin bir dünya bu. Günümüzde de kullananlar var, hatta bazı cesur kişilikler erotik figürler bile kullanmış. Gönlünüze göre bir tasarım ve figür belirledikten sonra, bunun uygun bir yerine adınızı yazıyorsunuz ve bunu kitabınızın başlık sayfasına yerleştirince ex libris’iniz hazır oluyor.

 

İnanılır gibi değil ama Türkiye’de bir ‘Ex Libris Derneği’ var. Hattâ kongreler, yarışmalar düzenliyorlar. İlgilenenler için aşağıda adresleri mevcuttur. Okumanın pek de sevilmediği bir ülkede böyle bir şeyi görmek şaşırtıcı, bir o kadar da mutluluk verici. Derneği kuranlara ve yaşatanlara şapka çıkarıyoruz.

İstanbul Ex Libris Derneği  www.aed.org.tr

 

Yine Lâtin bilgelerle bitirelim:

Sum, ergo lego.

(varsam, okurum)

 

Author: İpek Akyel

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This