FİNLANDİYA GÜNCESİ

 

Başlığı okuduğunuzda gün be gün Finlandiya’da neler yapmışım, neler yaşamışım diye anlatacağımı zannedebilirsiniz ama baştan uyarayım, öyle değil. Bu yazıyı Finlandiya’da yaşadığım süre içinde gördüklerimi ve Türkiye’de belki de asla göremeyeceklerimi, duyduğum özlemi, aslında ekrandaki o beyin yıkama icadı Survivor’ın hasını her gün nasıl yaşadığımızı biraz olsun gösterebilmek için yazıyorum. Devamını da sonra ekleyeceğim.

Finlandiya maceramın üzerinden 4 yıl geçti, sözlü sohbetlerde hep anlatır, özlerdim ama yazıya dökmek nedense hiç aklıma gelmemişti. Ta ki Beril Devlet hocamla sitemkâr sohbetimi yaparken “Ceren bunları yazsana çocuğum” diyene kadar… O yüzden fikir için teşekkür ediyorum.

 

Bir kere bizler gerçekten yaşamıyoruz.

Yani yaşıyoruz ama doğrularımızı, inandıklarımızı, sevdiğimiz meslekleri yaparak, mutlu mesut yaşamıyoruz. Çünkü yaşatmıyorlar. Çünkü “onlar ve sistem” ne derse, nasıl isterse ona uygun yaşamalıyız.

Ben mesela yazı yazmayı, okumayı, araştırmayı, farklı insan ve kültürleri tanımayı, yemeyi-içmeyi hep çok sevdim. Gazetecilik okursam hepsini bir arada yapar, bir de kendimi geliştirmeme yetecek kadar para kazanırım dedim, gittim okudum. Hani herkesin bildiği ama hiç görmediği bir “el âlem” jürisi var ya, bir tek onlar bana “kızım bir meslek edinsen de onu okusan” dedi. Hiçbir zaman anlamadım bu tepkilerini. “Gazetecilik ne acaba? Hobi mi okuyorum ben? Boşa mı onca yıldır çabalıyorum? Neyse, duymazdan gel Ceren” deyip yoluma devam ettim.

Mezun olmadan başladığım mesleğe 2 yıl adı lazım olmayan ama “Kocaaa, yılların gazetesi” diye herkesin kolunun altına sıkıştırdığı bir yerde başlayıp devam ettim. Hem de sıfır sigorta ve her ay “söz, olacak” denilen kadro beklentisiyle! Şu an davalığız, malum. Neyse efendim, o kısımlar biraz karışık; onlara başka bir yazıda değinirim umarım. Gelelim asıl konumuza: Finlandiya.

 

Üniversitelerde öğrenci değişimini sağlayan ve bizim gibi kendi toplumlarının baskılarıyla dış dünyayı sadece sosyal medyayla yaşadığını zannedenler için sudan çıkmış balığa çevirme programı, Erasmus’u duymuşsunuzdur.

Ben de ilkokula başladığımdan beri “ben yurt dışında okumak istiyorum” diye ailemin başının etini yiyenlerden ve farkında olmadan kaşınanlardan biri olarak, ilk iş bu programa başvurdum. Ya İtalya’ya gidecektim ya Finlandiya’ya. Tabir-i caizse biri Hanya diğeri Konya… Ailem, özellikle de okuyup araştırmayı çok seven babam, hayatımda ilk kez bana karıştı ve Finlandiya için ikna etti, biletimi aldı, eksikleri tamamladı. Vedalar, mırıldanmalar, “Ah baba kutba göndereydin ya beni” diye sızlanarak uçağa binmeler. İlk haftam “nasıl memleket bu, kurban olayım ülkeme, insanıma” diyerek geçti. Ama sadece 1 hafta sürdü. Çünkü algılarım çok çabuk açıldı.

12787390_10154605795592468_1507081076_o
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

12788762_10154605795567468_302248912_o
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

 

Ülkenin nüfusu sadece 5 milyon ve benim gittiğim Tampere şehri, başkent Helsinki’den sonra ikinci büyük şehir. Toplam nüfusu 220 bin civarında. İnanabiliyor musunuz? Sen kalk İstanbul’dan çık büyük şehir diye 220 bin kişilik bir yere beyin göçü yap! İnsanlar huzurlu, sakin, dingin. Yaya önceliği var. Sıra bekliyorlar. Bankaya bile randevuyla gidip işlem yapıyorsunuz. Kimse birbirini ne giydiğiyle yargılamıyor. En küçüğünden en yaşlısına herkes İngilizce biliyor. Saygılılar. Kadınlar toplumda büyük rol oynuyor ve değerli… Gecenin 3’ünde, 5’inde “kız başıma ve istediğim gibi giyinerek” dışarı çıktığımda, yolda içkili insanların, kızlı-erkekli grupların, tek başına yürüyen erkeklerin arasından geçtiğimde bir kez olsun mu dönüp bakılmaz veya sataşılmaz? Gazetecilik okuyoruz, gazetelere bakıyorum cinayet, kaza, bela, yolsuzluk? Yok, valla yok. Aklımı oynatacağım…

 

Gelelim eğitim sistemlerine.

Aşırı saçma bir sistem kurmuş bu Finler. Ödev yok, YGS, TEOG falan hiç yok. Etüt, dershane, özel ders de yok. Çıldırmışlar! Ama bütün öğrenciler mutlu, okula mızıldanmadan gidiyor ve hepsi de istediği bölümlerde sevdiği meslekleri okuyor. Özellikle beden gücü gerektiren mesleklere daha da çok değer veriyorlar.

 

12765638_10154605795627468_876209770_o
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

12776677_10154605795317468_1569964170_o
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

12787490_10154605794367468_1866744821_o
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

 

Okul servisi de yok. Ulaşım otobüsle. Liseyi, üniversiteyi yarıda bırakan herkese hep bir şans var ve kapı her daim açık. Yeter ki siz okumak isteyin. Öyle özel okul falan da yok. Tüm okullar devletin. Çünkü herkesin eşit değerlerde olması gerektiğine inanıyorlar.

Her öğrenci en az bir spor dalıyla uğraşmak zorunda. Veliler sosyal sorumluluk projeleri üretip ya da var olana katılıp toplum bilincini kavramak ve çocuklarına da öğretmekle yükümlü. Öğretmenlerin atanma derdi yok. Her daim okuyarak kendilerini geliştirme çabasındalar. Ödev vermiyorlar, 4 saatten fazla ders yapmıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sorumluluklar başka türlü de aşılanabilir ve öğretim interaktif çalışmalarla, çocukları yormadan da pek güzel yapılabilir. Özetle öğrencileri birer “yarış atı” olarak görmüyorlar. Ayrıca öğretmenler de yeri geldiğinde eğitimlerden ve sınavlardan geçiyorlar ki verimlilikleri daha iyi olabilsin.

 

12782223_10154605795222468_2139074057_n
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

12788345_10154605794227468_1717047981_o
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

 

Mesela ben Tampere Üniversitesi’nde okudum. Illinois Üniversitesi’nden dünyaca ünlü bir iletişim profesörü şansıma 1 aylığına okula derse gelmişti ve neredeyse tüm dersleri benim bölümümdeydi. Koca ünlü profesör gelmiş ne bir plaket, ne bir şaşaa…

Üstelik bahsettiğim öğretmen de diğer öğretmenler de bizimle beraber sıraya girip tek bir yemekhanede yemek yiyorduk hep. (Kuru kuru ağırlayıp yolladılar valla adamı, hiç unutmam. Bizde olsa yediği önünde yemediği arkasında…).

Neyse; Amerikalı ünlü profesörümüz bir dersinde medya etiğini tanımlarken Amerikan askerlerinin Irak’a girip Müslüman sivilleri katletmesini ve burada medyanın rolünün etkisini anlatırken bir anda durdu ve sınıfa dönüp “Aranızda Müslüman olan var mı?” diye sordu. Bir tek ben vardım. El kaldırmalı mıyım kaldırmamalı mıyım emin dahi olamadım (çünkü din-ırk kavramları Türk toplumunda ince çizgide olduğundan kafama yerleşmiş tabularımı bir an kontrol edemedim). “Ben varım” dedim merakla ve profesör arkaya, yanıma kadar gelip “Eğer bu konular seni üzüyor ya da incitiyorsa lütfen söyle, çünkü hiçbir din ya da topluma karşı kırıcı olmak istemem. Sadece etik kavramını daha iyi anlamanızı istiyorum, Müslümanlara ya da dininize karşı asla karşıt tavrım olmadığını bilmeni isterim. Özür dilerim” dedi, sırtımı sıvazladı ve gülümseyerek yerine geçti. Gerçekten de “Müslüman”, “İslam” terimlerini olabildiğince hiç kullanmadan ve üslubunu hiç bozmadan o dersi anlatıp sonlandırdı.

Ben, şok!

Çünkü ortaokuldayken beynimizi yıkar gibi anlatılan İslam’ın ve nefretimizi beklerce dillendirilen Yahudilik ile Hıristiyanlığın üzerine din dersinden soğumuş, hatta öğretmenin tavrını eleştirip “her şeye de bir cevabı var bu kızın” damgası yemiştim. E küçüklüğünde bunları yaşayan bir insanın koca profesörden insanlık dersi almasının etkisini varın siz düşünün…

Ha bu arada az kalsın unutuyordum; “rehber öğretmen, danışman” kavramlarımız vardır ya okullarda, Finlandiya’da gerçekten danışıp faydalanabiliyorsunuz kendilerinden. Bizdeki devlet okullarındaki gibi mesainin bitmesini ve hiçbir öğrencisinin kendisine danışmasını istemeden oturan türden asla değiller. E-mail’le, telefonla, mesajla her türlü size yardımcı olup destek çıkıyorlar ki yabancılık da çekmeyin.

Bir de interaktif dersler var dijital ortamda yapılan.

Maksat dünyanın her ülkesinden gelen öğrencileri kaynaştırıp hem Fin kültürünü tanıtmak hem de herkesin kendi kültürünü anlatmasını sağlamak. Facebook gibi bir platform düşünün ama sadece eğitim amaçlı. Herkesin kişisel bilgilerini girdiği bir profili ve danışmanı var. Her gün bir danışman bir tartışma başlığı açıyor ve bizler de her gün 1 saatimizi ayırarak elimizdeki, aklımızdaki dokümanlarla tartışmalara katılıyorduk.

Bunlar tartışmayı da bilmiyor ama azizim! Ne bir hakaret, ne bir “sen kimsin?”, “asıl sen kimsin?” gibi ezici cümle; yok… “Düşüncene katılmıyorum” diyorsun, bir saygılılar, bir anlayışlılar ki kendi düşüncenden şüphe ediyorsun, ezilip büzülüp “keşke katılıyorum deseydim ayıp olduğu çocuğa-kıza” diye vicdan yaptırıyorlar insana. Günahları boyunlarına, alışmadık yerde don durmuyor biz ne yapalım…

Bakın bu Finler yememiş içmemiş öğrenciler için başka işler de düşünmüşler. Mesela mezuniyet günlerini istedikleri her tür kılığa girerek ve sokaklarda öylece turlayıp insanların tebriklerini toplayıp fotoğraf çektirerek kutluyorlar. Bizde o eğlenceler olsa “La sen şarlatan mısın?” deyip tekme tokat döverler valla.

Şehrin neredeyse tamamını kapsayan eğlenceli etkinlikler, harita okuyarak serüvenli aktiviteler de düzenliyorlar. Bir de öğrencilere ulaşım vb. pek çok şey %50 indirimli. Bu yüzden kimse “çocuğumu etkinliğe gönderemiyorum”, “param yok katılamıyorum” diye ah’lanıp üzülmüyor. Çünkü aşağı yukarı neredeyse herkes eşit.

“Eşit” ne garip, bize ne uzak bir kelime değil mi? Neyse…

Ha bu arada unutmadan, her öğrenci en az bir enstrüman da çalıyor. Noel’de, özel bazı günlerde herkese açık, ücretsiz konserler de veriyorlar. Çok da keyifli oluyor. Aynı biz, aynı bizim “toplu, özel gün” konserlerimiz!

 

10151488_10154605794007468_1010803055_n
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

 

Eğitimle ilgili anlatacak daha aslında çok şey var ama yazdıkça benim, okudukça da sizin asabınız bozulacak. En iyisi bugünlük bu dozda bırakmak. Mesela elinizi sallasanız ağaca, ormana, göle değen doğasından ve “yol yapacuuk”, “köprü getirecuuk”, “avm dikecuuk” diye akıl edip de bir tane ağaç kesmemelerinden de bahsedersem çıldırırız. Gerek yok.

Not: Bu yazıyı okuyacağını bildiğim için babama bir günah çıkartmakla bitirmek istiyorum ilk bölümü; “Kızım dönme, kal orada okulunu bitir, orada çalış. Bizi, buraları özledikçe gelir, görür dönersin” diyen babamı dinlemediğim için çok pişmanım. “Ülkeme dönüp güzel işler yapmalıyım. Her yurt dışına giden dönmezse, çabalamazsak, iyiyi savunmaz kaçarsak ohoo ülke n’olur?” diyordum, hala bunu diyorum ama artık biraz da bencilce, geleceğimi garantiye almak istiyorum.

Burada her gün yaşadığımız “Acaba sapığa denk gelir miyim? Taksici hırlı mı hırsız mı? Arkamdan yürüyen adam bana bir şey mi yapacak? Metroda, metrobüste havaya uçar mıyım? Savaşa girecek miyiz?” vs sorularından biraz olsun kurtulup rahat ve huzurlu yaşamak istiyorum.

Unutmadan; dönmemdeki tek güzel yan, canım eşimi buldum. Onun dışında “vay be!” dedirtecek olumlu pek bir şey yaşamadım şunca yılda. Dilerim değişir, değişiriz; aklımıza mukayyet olabiliriz…

Sevgiler.

 

Author: Ceren Sırdar Bayrak

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This