GÜNEŞİN ÜLKESİ LİKYA VE TANRIÇALARI

 

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman 280 günü ışıkla geçen bir ülke varmış. Bu ülkeye suların birleştiği yer ve ışık ülkesi de denirmiş.

Coğrafyadaki yeri; Teke Yarımadası olarak adlandırılan, Antalya ile Fethiye körfezleri arasındaki Akdeniz bölgesi olup, Antalya’nın hemen batısından başlayıp güneybatıya doğru uzanan Beydağları, Akdağ silsilesi ve onların kuzeybatı doğrultusuna doğru uzanır.

Birçok medeniyet bu topraklara “tanrıçaların ayak izlerini” aramaya gelmiştir. Çok tanrıça görmüş anaerkil bir toplumdur. Soyları annelerinden yürüyor. Çocuğa soyunu sormak için annesinin anneannesinin adları sorulur.

Ben size, anaç, adaletli barış içindeki yaşamlarını anlatacağım. Evet, hazırsanız yolculuğumuza başlayalım.

Mutlu mu mutlu, çiçek böcekten, böcek çiçekten, kayalar sarılırken ağacın köklerine, toprak olmanın olgunluğuna erelermiş. Sular o kadar coşkun akarmış ki; salına salına vadilerden nazlı bir gelin gibi geçermiş. Kuşları, tilkileri, tüm hayvanları, ağaçları besler, vadiyi nemlendirirmiş. Birçok ezgiye, aşka esin kaynağı olmuştur. Çaylar en son durağı sevgilisinin koynuna, denize ulaşırmış. Dişi olmanın gücünü, aşkınlığına kavuşurmuş. Ülkenin aşk kokan havası ise rüzgârla her canlıya can olurmuş.

Halk, doğayı kendine uydurmaya çalışmaz, doğaya uygun yaşarlarmış. Ülkede hiç kimsenin mülkiyet kavramı yokmuş sadece yaşam alanları varmış. Tarım ortak yapılır, mahsul depoda toplanır, herkese eşit dağıtılırmış.

Mor boya, sedir ağacı, zeytinyağı, şarap, sünger Likya bölgesinin önemli yerel üretim mallarındandır. Çevresinde çok kaliteli ve yumuşak sünger çıkartılmaktadır.

Ayrıca gemi yapımında kullanılan kaliteli Toros sedirleri Elmalı Toroslardan kesilip şimdi akmayan sularıyla doğru Finike denizine sadece çayların gücüyle gelirmiş.

Bağ bozumu ve şarap, pekmez yapmak en sevdikleri işlermiş. Dokuma bilmeyen genç kız evlenemezmiş. Kadın erkek, çoluk çocuk, hep beraber mahsulleri kaldırınca kutlamalara başlarlarmış Hep beraber ateşin etrafında pervaneler gibi semahlar dönerlermiş. Gökyüzü yeryüzü ve ortadaki bağlantı insan dercesine şükürlerle tekâmüle erelermiş. Kış geceleri masallarla sohbetlerle geçerken sıcak kış gecelerinin bacalarından aşk bulutları çıkarmış. Bu halk yalan ve ikiyüzlülüğü bilmezmiş.

Bu ülkede yöneticiler, sınıflar, ötekiler yokmuş. Sadece büyürken doğanın testlerinden geçen kalbini doğaya açmayı başarmış kişi üstün özelliklerinden dolayı doğanın sembolik tanrıçası olurmuş. Tanrıçaların ismi günümüzde Kibela olarak anılan” Küp-el-la” imiş. Büyük Anne Tanrıçanın adı da Leto Anaymış.

Bir gün ışık ülkesine bir adam gelmiş. Çöllerde bir damla suyla günlerce yaşayan, hayatta kalmak için böcek dâhil ne bulursa yiyen, kalbi, vicdanını sıcak çöl rüzgârlarının kavurduğu bir adam. Vücudunda yağsız derisi adeta simsiyah kayış gibi vücuduna yapışmış, gözleri çöl rüzgârlarından küçücük kalmış. Yüzündeki derin öfkenin ve nefretin oluşturduğu çizgiler siyah beyaz sakalının arkasında kendini gösteriyormuş. Çölde yaşamak için kervanlarda çalışan adamın yolu iyi kalpli kervancıyla bizim ışık ülkesine düşmüş. Adam vadiye girerken vadi resmen ağlamış. Bu kadar soğuk bir kalpten ürkmüş.

İnsanları günlerce izlemiş, sessizce ve sinsice…

Ufak tefek yalanlarla başlamış. Bakmış herkes inanıyor. Çok güzel bir kızla evlenmiş Kızı o kadar çok korkutmuş kız kimselere bir şey söyleyememiş. İki oğlu bir kızı olmuş. Bunları da katı yetiştirmiş. Kervanlarla kendi kötü akrabalarını getirmiş. Şehrin sarı mutluluk ışıkları gri bir karanlığa teslim olmuş. Adaletin yerini yüksek sesler, yalanlar almış. Savaşmayan halk öldürülmüş, azınlık kalmış, memleketinde ötekileşmiş. Hatta bir lokma ekmek için kölelik yapmışlar. Sular kelepçelenmiş, yan kolları kesilmiş, küçücük alanlarda sıkışıp kalmış. Dağlarımız delik deşik olmuş. Çiçekler, böcekler göçmüşler kurumuşlar. Meyve ağaçları bir bir sökülmüş. Vadiler suskun, vadiler susuz. Hayvanlar kesilen ormanlarını terk etmişler.

Tanrıçaları kaçarak sırra kadem basmış. Halkını kurtaramayacağını anlayıp bu ruhu uyutmaya karar vermiş, bir mağarada uyuyarak rüyalarıyla bu halkına yardım etmiş. Bunu bilenler yüzyıllarca kulaktan kulağa söylemiş. Bir gün Doğa annenin ruhu “Küp-el-la” kendine layık bir bedende halkının arasına dönecekmiş.

Toprak isterse öyle bir sallanır ki yer kabuğu ikiye bölünür, içinden çıkan lavlar bir yaşamı yok eder. Denizler öyle yükselir ki zirve dediğin dağların eteklerine gelir. Doğanın elinde yok olman an meselesidir. Canlı doğa sana izin verdiğince yaşarsın.

Ey DENİZ!

Sevgilin Dicle, Nil, Tuna, Fırat, Sakarya, Seyhan, Ceyhan, Kızılırmak, Yeşilırmak sana ulaşmasın diye kolları kesildi. Öyle çaresiz, öyle üzgün ki! Sen üzgün, o üzgün. O sana gelemiyor sen ona git. Kabar kabarabildiğin kadar, yüksel yükselebildiğin kadar!

DOĞADA AŞK KOKUSU VAR…

Evlerimizi mezar yaptık, mezarlarımızı ev.
Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı
mezarlarımız.
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik.
Suların altında kaldık, gelip buldular bizi.
Bozdular birliğimizi, alt üst ettiler bizi.
Yakıp yıktılar, yağmaladılar bizi.
Biz ki; analarımızın, kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna.
Biz ki; onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna.
Toplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları.
Bir ateş bıraktık.
Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan…[i]

 

[i] Ksantos şiiri. Kaynak: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/vedat-atasoy/likyanin-miraslari-ksantos-letoon-1106549/ Erişim 08.12.2015

Author: Nihal Küpeli

Ziraat Mühendisi, gezgin, doğasever.

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This