İBERİA GEZİSİ / 2 – ENDÜLÜS GÜNLERİ

 

İspanya-Portekiz gezisinin ilk bölümü için linki tıklayınız.

 

Gezimizin ilk kısmını anlattığım yazıda Lizbon’dan Sevilla’ya tüm gece süren araba yolculuğunun sonunda yorgun ve heyecanlı bir şekilde giriş yapmış bulunduk demiştik, Endülüs günlerimize.

Birkaç saat uykunun ardından Sevilla hakkında ilk izlenimler…

 

 

Pencereden dışarıya baktığımızda hissettiklerimiz inanılır gibi değildi. İspanya’da şimdiye kadar gördüğümüz yerlerden ve Portekiz’den çok farklı! Masal gibi dar sokaklar, pencerelerden sarkan sardunyalar, tüm yollar arnavut kaldırımı. Yollarda yürüyen insanların ayakkabılarının topuk sesleri bembeyaz keten perdelerden içeri süzülüyor. Sükûnet etkileyici güzellikte, kaybedecek bir saniye bile yok, sokakları arşınlamaya çıktık.

Şehir, nehir kıyısında da olmanın etkisiyle sımsıcak ve neşeli. Her köşesi İslam sanat ve mimarisinin izlerini taşıyor. İç avlu olayı var Sevilla evlerinde. Hemen her yapının ortasında üzeri açık, yerleri seramikle kaplı, yeşilliklerle bezeli, çeşmelerle hareketlenmiş, serin bir dinlenme ve rahatlama noktası olan bu minik bahçeler, dışarıdan açık bir kapının ardında görünen bu avlular, içeri girme isteği uyandırıyor insanda.

 

Meşhur Flamenko’nun da ana vatanı Sevilla. İspanyolların vazgeçilmez şarkı ve dansı. Gitar eşliğinde söyleniyor şarkılar ve dans özel kıyafet ve ayakkabılarla yapılıyor. Topuklar yere vuruluyor, ellerde şıkır şıkır kastanyetler. O gece adres belli, bir Flamenko gösterisi. Başlarda çok hoşumuza giden bu gösteriyi, günün ve bir önceki gecenin yorgunluğunun etkisiyle biraz erken terk ettik, aklımız orada kalarak…

Sırada Cordoba var, yani başka İslam eseri La Mezquita’nın şehri, Yani Kurtuba (Cordoba) camii. Hem bir cami, hem de kilise. Tarih boyunca zıtlaşmış kültürlerin ve dinlerin şık birlikteliği.

8. yüzyılda yapımına başlanmış, 10. yüzyılda mihrap ve halifenin namaz kıldığı bölüm inşa edilmiş. 13. yüzyılda egemenlik Hristiyanlarda iken şapeller eklenmiş camiye. 15. yüzyılda da katedral tamamlanınca Müslümanların sadeliği ve Hristiyanların şatafatının birleşmesiyle bu muazzam eser çıkmış ortaya.

Tam bir huzur, hoşgörü ve saygı yuvası. Egemenliği ele geçiren kendisinden öncekinin yaptığını tahrip etmemiş, saygı duymuş yapılanlara. Diğerinin dinine, inancına, emeğine, sanatına… Simgelerden korkmamış…

Endülüs’te her şehre ayırdığımız tek bir gün var ve o günler çok hızlı geçiyor. Ertesi gün Malaga’dayız. Burada şimdiye kadar gördüklerimizden daha ilginç bir şey yok aslında. Ama bizim için yine de çok güzeldi.

 

 

Picasso’nun şehri Malaga’da her köşede satılan Picasso tabloları, hediyelik eşyalar var, tabii bir de Picasso müzesi. Muhteşemdi… Arabayla seyahatimiz boyunca bizi hiç yalnız bırakmayan navigasyon cihazımızın yeni bir azizliği olarak yine dar, tenha ve sıkışık bir yola girdik. Yine soğuk terler dökerek camlardan arabanın üzerine tırmanarak çıktık ve ileri geri onlarca manevralarla, uzun çabalar sonucu kurtulduk, bu kâbustan. Seyahatin unutulmaz anılarından biridir bu olay da. Tipik İspanyol sokaklarından kurtulmak istedik bir an önce ama diğer yandan arabayla seyahat edenler için bu cihazlar vazgeçilmez. Avrupa’da Türkiye’dekinden çok daha başarılı ve bir iki istisna dışında mükemmel çalışıyor.

 

Endülüs’le vedalaşmadan önce son durağımız Granada.

Granada demek, biletleri (50 Euro) günler öncesinden, daha Türkiye’deyken alınmış, yine de zar zor en son seansa giriş bulunmuş El Hamra Sarayı demek.

 

Bakmayın sıcaklardan pek şikâyet etmediğimize, Madrid, Porto ve Lizbon’da yine sınırlarımızı zorlayıp dayanmıştık. Fakat Endülüs yanıyor!

Otele yerleşmek, bir şeyler yiyip içmek, kısa bir şehir turu derken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık ve tepedeki saraya ulaşmak için özel bir transfer aracını kullanmamız gerektiğini öğrenerek saatimizi kaçırmamak için koşmaya başladık. Hava 42 derece sıcak ve biz Granada sokaklarında koşuyoruz! Sanki burası güneşe dünyanın her noktasında daha yakın…

Neyse, sonunda El Hamra’dayız.

Dört kısımdan oluşan bu yapı, yer yer açık alanlardan, kapalı odalardan, üstü açık veya kapalı yeşil alanlardan, havuzlardan oluşuyor. İçeride yine yüzyılların izleri duvarlarda, tavanlarda, hatta yer döşemelerinde selamlıyor görenleri. İslam mimarisinin en güzel ve büyük eserlerinden biri olan El Hamra sarayı, bir Fransız akademisyenin deyimiyle, konuşan bir saray. Hem de Kur’an’dan cümlelerle konuşuyor. Duvarlarda ayetler ustalıkla ve özenle işlenmiş. Her oda, her bölüm kendine özgü havasını taşırken diğer bölümlerle de sonsuz bir uyum içinde.

Böylece Endülüs serüvenimizi tamamlayarak, son durağımız olan Barcelona’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz çok uzun, biz de çareyi araya bir durak eklemekte bulduk, böylece Valencia da rotamıza dâhil olmuş oldu. Barcelona ve sonrasını bir başka yazıya bırakalım.

 

Author: Sühendan Cevizci

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This