KENAN EVREN VE KIRIK BİR KAŞIK

 

 

Bir bardak suya bir kaşık daldırın. Bardağı göz hizanıza getirdiğinizde kaşığın kırılmış gibi göründüğünü fark edersiniz. Çıkarın. Kaşık sağlam. Daldırın. Kaşık kırık. Bu göz aldanmasının nedeni, hemen herkesin bildiği gibi hava ile su arasındaki yoğunluk farkıdır.

Hafızamız da kırılır.

Geçmişte yaşadıklarımızı sanki uzun yıllar sonra bir farklı hatırlarız. 30 – 40 yıl önceki olayları oldukları günkü gibi hatırlamak için epeyce gayret sarf etmek gerekir. Hatta bazen de hatırladıklarımız, yarı gerçeklerdir…

 

***

 

1979 yılı benim için hafızadan çıkmayacak, ne kadar zaman geçse kırılmayacak / çarpılmayacak iki olayın takvim yaprağı oldu.

Bir Pazar günüydü. Ertesi gün okul var, iş var diye odunlu termosifon yakılmış, gün batımına doğru aile fertleri haftalık banyo saati için sıraya girmişti. Su sıcakken önce biz çocukları yıkar, paklarlardı. Anneannem tam beni banyoya sokmaya hazırlarken birden ortalık karıştı.

İstanbul’un Asya tarafında, o zamanlar sayfiye addedilen bir semtte, iki katlı ve bahçeli bir evde otururduk. Çevredeki bütün evler bizimki gibiydi. Tek tük apartmanlar vardı.

Bizim sokağın bir 10 kilometre ilerisinde babamın yakın arkadaşının fotoğraf stüdyosu vardı. Pazar günleri buluşur, sohbet eder, makinaları onarır, resim tabederlerdi.

O Pazar da öyle olmuş. Babam arkadaşının dükkânına gitmiş. Sohbet – muhabbetten sonra eve dönmek için motosikletine binmiş. Bir müddet de böyle kapı önünde, motor tepesinde laflarlarken aniden silahlar patlamaya başlamış. Nereden fırladılarsa artık, sokakta beliriveren iki grup adam, yani sağcılar ile solcular birbirlerine kurşun yağdırmış.

Babam kurşunların arasında kalmış. Motora tam siper yatarak ve var gücüyle gazlayarak aralarından sıyrılmış. Yokuşun aşağısındaki evimize vardığında hali anlatılır gibi değildi. Bahçe kapısından içeri girdi, motoru oracığa devirdi ve kendini yere attı. Koşup yanına gittik. Sapsarı kesilmişti. Bütün vücudu zangır zangır titriyordu. Birileri su verdi, birileri kollarını ayaklarını kolonyayla ovaladı. Sakinleşip konuşabilecek hale gelmesi ne kadar sürdü, hatırlamıyorum. Bereket vurulmamıştı…

 

Aynı yıl, bir başka gün annemin yıkılışına tanık oldum.

Annem iş çıkışı mesai arkadaşlarıyla birlikte Söğütlüçeşme’den trene binerdi. Bir Perşembe akşamıydı. En sondaki ev olduğumuz için her perşembe sokağa kurulan pazarın pisliği, patırtısı bizim kapının önünde yaşanırdı. Akşam saat 7 suları olsa gerek. Kamyon motoru gürültüsü, pazarcı bağırışları arasında annem geldi.

Tıpkı daha önce babama olduğu gibi yüzü sapsarı, elleri ayakları buz kesmiş, yaprak gibi titreyerek bahçe kapısında belirdi ve oracığa yığıldı. Zaten 44 – 45 kilo bir kadındı. Kaptığımız gibi içeri aldık, salondaki kanepeye yatırdık. Annemin toparlanması babamdan daha uzun sürdü. Onu bu hale neyin getirdiğini ancak ertesi gün öğrenebildik:

Her zamanki gibi trene binmişler. Daireden (devlet daireleri öyle anılırdı, o zamanlar) şahsen tanımadığı ama aşina olduğu birinin elinde Cumhuriyet gazetesi varmış. Tercüman sağcıların, Cumhuriyet solcuların gazetesiymiş, sonradan öğrenmiştim. Erenköy’den trene binen sağcılar, adamı gitmekte olan trenin canımdan aşağı sallandırmışlar. Bir sonraki durakta indirip 10 – 15 kişi üstüne çullanmış, dövmüş. Kurtarmak için ileri atılanların da ağzını burnunu kırmışlar.

 

***

 

Bu anılar, benim ilkokul çağında bir çocuk olarak yüzyüze geldiğim ’80 öncesi terörün resmi. O zamanlar gün batımına doğru herkes evine çekilir, sokaklar boşalırdı. Babaannemde geçirdiğim sömestr tatillerinden biliyorum, koskoca Şişli’de bile hava kararınca dışarıda bekçilerden ve sokak köpeklerinden başka bir Allahın kulunu göremezdiniz. Büyükler korku içindeydi. Bizi de korkutup dururlardı…

Derken bir Eylül günü evde şenlik havası esiverdi. Sadece bizim evde değil. Okuldaki bütün çocukların, tüm akrabaların ve komşuların evinde bayram vardı. Asker yönetime el koymuş, Evren Paşa teröristleri kovalamıştı. İki karış boyumla tek benim anladığım değil, çevredeki bütün yetişkinlerin de anladığı buydu. Mahalledeki hacı dede[i] ile bizimkilerin ilk defa bir şeyde hemfikir olduklarını görmüştüm. Tanıdık ailelerin hepsi derin bir oh çekmişti. 1981’in baharında artık, yıllardır hasret kaldıkları akşam gezmelerine yeniden başlamış, televizyon misafirliklerine kavuşmuşlardı.

 

***

 

Geçen cumartesi Kenan Evren öldü.

Atatürk’ü taklit etmesine güldüğümüz bu adamın gerçek yüzünü çok sonra anladık. İdamları, infazları, tabutlukları, asılabilsin diye yaşı büyütülenleri, ev basma – aramaları, topluca tutuklamaları, bir ihbar ile işinden edilenleri, yerini yurdunu terk etmeye zorlananları, iftiraları, ithamları, bitmeyen yargılamaları ve devletin canı çektikçe bir “oğul” yok ettiğini: Cumartesi Annelerini…

Bütün o karanlığı, insanlık suçlarını yıllar sonra öğrendik. Sansür gevşeyip gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca hafızamızın nasıl çarpıtıldığını gördük, bilmediğimiz acıları tanıdık. Terör bitecek diye yol verdiğimiz şeylerin aslını astarını, kuruyla yaşın bir ateşte yandığını sonradan bildik. Vaktinde bilmemenin bedelini ödedik, ödüyoruz. Çünkü kendi gitti, anayasası hala başımızda.

Ve insan merak etmeden duramıyor: Acaba bugüne dair hangi gerçekleri bilmiyor, kim bilir nice kaşığı kırık sanıyoruz… Bir gün kaşık sudan çıkacak ve biz gerçek halini göreceğiz.

 

 

[i] Hacı komşumuz, 9 yaşımdayken bahçelerine şortla girdiğim için beni kızılcık sopasıyla dövecek kadar muhafazakâr (!) biriydi…

Author: Beril Cansever Devlet

[yazar] [ara sıra çevirmen] [çeyrek asırdır eğitimci]

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This