OSCAR WILDE DA ACI ÇEKTİ

De Profundis

Göz önündeki, tanınmış, bilinen insanların, sanki onlar da bizim gibi etten, kemikten canlılar değillermiş gibi sıkıntı, ıstırap, zorluk çekebileceğini düşünmemeye; onların insanüstü şekillerde sorunsuz, güllük gülistanlık bir yaşam sürdürdüklerine inanmaya meyilliyizdir biz sıradan fâniler.

 

Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde; büyük yazar olup olmadığı, bunca zaman sonra bile tartışılan İrlandalı yazar, ‘sanat, sanat içindir’i benimsemiş bir edebî kişiliktir. Daha çok oyun yazarı olarak tanındıysa da, şiirleri ve düzyazıları da küçümsenmeyecek niteliktedir. Madem sanatı bu kadar tartışmalı, o yanını bir kenara bırakıp biz insanlığıyla ilgilenelim.

Ancak onu bir insan olarak anlamaya çalışmaya başlamadan önce birtakım sorular soralım kendimize: Sanatçıyı büyük ya da küçük yapan nedir? Hattâ; sanatçı kimdir? Herhangi bir üretimde bulunan mıdır? Ben bu yazıyı yazmakla sanatçı mı oluyorum meselâ?!

 

Üreten kişinin, karşısındakinde (alıcıda: okuyucu, izleyici) uyandırdığı izlenim ya da bıraktığı etki midir sanatı sanat yapan? Nedir? Sanat ile sanat olmayan arasındaki çizgi nerededir?

 

Oscar Wilde; bu satırların yazarı için büyüklüğünü -buradaki büyüklük insanî bir büyüklük, yazar veya sanatçı olarak değil- en çok zalim sevgilisine yazdığı mektuplarla kanıtlamıştır. Çünkü o satırlarda içten gelen, zorlamasız, bir kurala, norma oturtulmak, beğenilmek kaygısı taşımayan duygular vardır. Yapay üretilmiş değil, kalpten kopup gelmiş haykırış cümleleri vardır. İşte tam da bu nedenle kendisini en güzel yansıtan eseri bu mektuplardır.

 

Başyapıtı olarak kabul edilen “Dorian Gray’in Portresi”nde de kendi düşünceleri ve duyguları vardır; ancak, bu bir kurmaca metindir. Sanatı ve kendi sanat anlayışını irdelediği bir hikâyedir. ‘Mektuplar’ ise, yüreğinden, kaleminden kopup gelen feryatlardır.

 

Oscar Wilde hapistedir. Evli ve iki çocuk babasıdır. Ancak gönlünü İskoçya aristokratı bir lorda kaptırmıştır: ‘Bosie’ olarak adlandırdığı Lord Alfred Douglas adlı adama. Viktorya Çağı İngilteresi için affolunmaz, kabul edilemez bir suçtur bu ve sonuç, Reading* Hapishanesinde iki yıllık çiledir.

 

Aslında sevgili Oscar’ın canını yakan sadece hapse düşmüş olmak değildir; kendini, sevgisini, derdini o çok sevdiği adama bir türlü anlatamamaktır onu kahreden. Ona haykırışlarında anlarız onun ne kadar derinlikli bir insan olduğunu. Karşısındakinin duyarsızlığı ve bönlüğü onu daha da çılgına çevirir, gitgide daha derinlere kayar benliği; en derin, en ücra köşelerinde arar açıklamayı insan ruhunun. Heyhat! Öyle bir kayaya çarpar ki her seferinde, onun nerdeyse bir insan olabileceğinden bile şüphe edecek duruma gelir. Bu nedenle de “De Profundis” olarak adlandırır yazdıklarını- Lâtince olarak: ‘derinliklerden’…

Anlaşılmadıkça artar acısı, kabullenemez böylesi bir varlığı sevmiş olduğunu. Onu bu kadar yücelttiği için kendine kızar, ama yine de elinde olmadan onu sevmeye devam eder. İlginç bir şey bu aşk, değil mi?

En dayanamadığı şeylerin başında ‘sığlık’ gelir: “En büyük kötülük sığlıktır” der mektubun başlarında. Sanki, Hristiyanlığın 10 ölümcül günahına bir yenisini ekler, hapis yaşamının çaresizliği ile sarıldığı yeni dindar kimliği ile.

 

Dindarlık neden hep çaresizlik, zayıflık, ümitsizlik, acizlik durumlarının sığınağıdır diye parantez içi bir soru…

 

‘Doymakbilmez bir açgözlülüğün körlüğüyle’ dehâsını, iradesini ve servetini tükettiğini haykırır saygıdeğer lorda acı içinde ve de ‘tüm varlığını yok ettiğini’. Varoluşu böylesi derinlerde yüzen bir benliğin acı katsayısı da çok yüksek oluyor haliyle. Sığlığın en büyük kötülük olduğunu düşünmesi boşa değil. İşin ilginç yanı, bu kadar hassas ve duygusal bir insanın, o kadar sığ, yüzeysel ve duyarsız bir insanla karşılaşması! Kadere inanmak mı gerek yoksa? Başka bir açıklaması var mı bunun?

 

Aslında, üstat Goethe’nin çok güzel teşhis ettiği gibi, ‘insan, kendini ancak insanda tanır’. Wilde da, o zalimin kendisine yaşattıklarından sonra açılır da açılır, uçsuz bucaksız enginlerde dolanır ruhu ve zihni- tüm olana, bitene bir anlam vermeye, açıklama bulmaya çalışır iken. Aslında sebep ya da açıklama bulmaya gerek yok: insan denen varlık ancak ve ancak acı çekerek, hırpalanarak, hayal kırıklıkları yaşayarak olgunlaşır, bilgeleşir, büyür. Bütün mesele bu! Bu tip deneyimler, – Wilde’da da olduğu gibi- kendimizin daha çok farkına varmamızı, sınırlarımızı görmemizi sağlar. Birer ders, birer imtihandır bu yaşananlar. Tabii anlayana. Çoğu zaman dışsal görüntüye takılır, ağlayıp sızlar, isyanlar ederiz. Bize bunları yaşatanları lânetleriz. Oysa olayın alt metnini okumayı başardığımızda bütün mesele anlaşılır. Kuliste bizim için tasarlanmış bir oyun vardır ve biz de sahneye fırlatılmış saf oyuncularızdır. Bir de şu senaristi ve yönetmeni bilebilseydik!

 

Lord Alfred burada, sahnedeki kötü adam rolünde. Bilmeden rolünü yapıyor. Onun varoluşu, o rolü oynaması için tasarlanmış. Oscar’a yaptıklarının zerre kadar farkında değil; bırakın farkında olmayı, aynı bönlükte devam ediyor duyarsızlığına, kötücüllüğüne Oscar canhıraş çığlıklar attıkça. Okurken bile insanın içi daralıyor. Böylesi boş, vurdumduymaz, umarsız, naif bir kişi ‘Bosie’. Aslında naif kelimesi olumlu kaldı onun niteliklerinin özünün yanında!! Ne sıfat kullanacağını insana şaşırttıran bir varlık. Onu dizayn edenler epey bir emek harcamış olmalı.

 

‘Mektuplar’ dışında bir de “Reading Hapishanesi Baladı” adlı uzun şiiri yazdırır Wilde’a bu yaşadıkları. Sanatçı kişiliğine epeyce katkıda bulunmuştur bu ilişki. Derinliklerine derinlik katmıştır. Ama işin ilginç tarafı, Oscar her an bir gelişme, ilerleme kaydederken, diğer bir deyişle, kendini aşarken, Alfred efendi aynı aymazlıkla zerre kadar yol katetmeden sürdürür küstah ve şımarık yaşamını! En büyük desteği de babasıdır. Her şeyi o tezgâhlar. Bosie’nin aklı onca şeytanlığı tasarlayacak düzeyde değildir!

Mektupta şöyle isyan eder Oscar: “Senin gibi biriyle tanışık olmak bile benim için onur kırıcı bir durumdur.” O’nu çok sever, ama onun gerçeğini görmekten de geri duramaz. İşte bilgelik, çok boyutlu görüş budur. Öyle bir insana bu kadar değer vermiş olduğu için kendine kızar. Haksız da değildir. ‘Mektubunu bitirdiğimde kendimi kirlenmiş hissettiğimi itiraf etmeliyim’, diye yazar sayın lorda acıyla. Kendinden tiksinme noktasına getirmez mi bazı insanlar, bazı olaylar insanı, işte bu da tam o durum. Wilde, kuğunun inci ile taşı birbirinden ayırd edebilmesi gibi, gerçekleri netlikle görebilme yeteneğinde, bilgeliğindedir. Farkındalık düzeyi, tüm yaşadıklarını hafife alıp geçiştiremeyecek kadar yükseklerdedir. Bunun sonucu da acıdır elbette. Gerçeği görme ve kabullenme ferasetine hâiz bir insandır o.

Buna karşılık muhterem sevgili bir başka mektubunda da şöyle yazar Oscar’a: “Sen bir daha hasta olduğunda yanına yaklaşmayacağım, çaptan düştüğünde hiç de eğlenceli olmuyorsun!”

 

Bu lâkırdılar üzerine, başka söze, açıklamaya gerek var mı?

 

Yolumuzda hepimize güç, sabır ve çabuk öğrenme yetisi dileğiyle, esenlikler…

 

 

* Türkçe /reding / okunur

 

Hâmiş: Metni okumak isteyenler, aynı ad altında iki ayrı metinle karşılaşacaklardır. Biri, ‘Sevgili Bosie’ diye başlayan mektuplar; diğeri ise, bazı ‘toplu eserleri’ ile ayrı basımlarda yer alan ve Hristiyanlığı, dindarlığı sorguladığı ve ‘Istırap tek bir uzun andan ibarettir. Onu mevsimlere bölemeyiz.’ diye başlayan nispeten daha kısa bir metin. Her ikisi de okunmaya değer eşsiz yapıtlar.

Author: İpek Akyel

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This