TOHUM, KADIN VE DİYARBAKIR’IN BEREKETİ

 

Kurbanlı bayramın ikinci günü öğleden sonra 14.30 da Antalya’dan Diyarbakır arabasıyla Güneydoğu Anadolu’ya yolculuğum başladı.

42 yaşındaydım ve Türkiye’nin birçok yeri gibi Diyarbakır’ı da görmemiştim. Arkadaşım Neşe’nin bayramda Antalya’dan memleketi Diyarbakır’a gidecek olması beni heyecanlandırdı. Daveti üzerine biraz düşündüm sonra her şey kendiliğinden oldu.

Mersin’e kadar Gürcü yol arkadaşımla gittim. İyi anlaştık. O beni Tiflis’e ben de onu Antalya’ya davet ettim. Çok güzel bir hanım, cıvıl cıvıl. Eşiyle açtığı barda barmen. Galiba kadınlara barmen denmiyor. Önceleri İspanyol’a benzettim, telefon konuşmalarını da İspanyolca sandım. Mersin’de yarenliğimiz bitti.

 

 

 

18 -19 saatten sonra sabah 8.30’da Diyarbekir (Amed)’deydim. Taksiyle merkezde Bağcılar mahallesine gittim. Yüksek binalar, siteler, büyük yollar, AVM ve marketler…

Batman, Mardin, Diyarbakır’ın yeni yüzleri aynı. Allahtan eski Mardin, eski Diyarbakır, eski Urfa kimliklerini koruyor. Yeni, modern denilen, dayatma, ruhsuz beton hapishanelerin içleri bile bize ait olmayan perdeler ve mobilyalarla dolu.

Diyarbakırlı ev sahibimiz Zeynel Bey güzel bir kahvaltı ve Türk kahvesi ikramında bulundu. Hep beraber dolmuşların kalktığı duraktan Bismil otobüsüne bindik. Bismil’e, oradan da köyleri Seyit Hasan köyüne gittik. Eşi, çocukları ve babası bizi karşıladılar.

 

   
19
  • Facebook
  • Twitter
  • Google+
  • LinkedIn

 

İlk defa çamur dikdörtgen evleri gördüm. Tüm evler birbirine bitişik. Evlerin damlarından tüm mahalleyi gezebilirsin, gizli saklı bir şey olmaz. Dama çıkarsan herkesin evini görebilirsin. Dedikodu yönünden tehlikeli, herkes birbirini damdan dinleyebilir. Damlar zaten çok alçak. Toprak ve samanla 2 yılda bir düzeltiliyormuş. Kışın kar yağmur geçirmiyor. Tavanı ağaç, ağaç üstü çalı, en üstü toprak. Yüzde yüz doğal.

 

Bahçede ahırları varmış, anne ölünce, Zeynel şehirde işe girmiş, inekleri satmışlar. Ahır şimdi tertemiz bir depo. Bahçede küçük bir ekim alanı var. Çilek, biber ve karpuzu var.

En güzeli iki gece damda yıldızları izleyerek uyuduk. Her damda yerden 40-50 cm yukarıda köşkler var. Orada yatılıyor, her damda var. Evlerin kapıları ve köşkler koyu mavi. Köyde toprak rengi, beyaz kireçle badanalanmış duvarlar ve mavi kapılar.

 

 

Her şey doğal. Kapitalist sistemin satmaya çalıştığı dev demirler, boyalar, tuğlalar hem çirkin, hem sağlıksız. Burada yok. Aynı avluda mutfak, başka bir yerde banyo, tuvalet ayrı köşelerde. Başka bir tuvalet yapılmış. Sokak kapısından evden çıkıyorsun, sokakta. Toprak ve kapısı mavi.

 

Güzelce yemek yiyoruz. Kurban etiyle yapılmış kuru fasulye. Yanındaki yoğurt harikaydı. Her ne kadar yerli inek olmasa da sementa ineklerinin yoğurdu da fena değildi.

Arkadaşımın dayısıyla eskilerden konuşuyoruz. Duvardaki soyağacına bakıyorum. Fotoğraflar çok eski. Çeşitli milletlerin karışmış olduğunu, birbirine benzemeyen nenelerden dedelerden anlayabilirsiniz. Tüm bu savaşların nedeni olan ayrı-gayrıcılık. Birbirimize asırlardır karıştığımız halde ayrı gayrı çıkıyor. Sen farklısın, şifre bu. Savaş şifresi. Barış şifresi ise, bir olalım.

Dayımız bize pikabından Şah Turnayı ve Âşık Mahsuni Şerif’in türkülerini dinletiyor. Eskilerin malları ne kadar değerli. Pikabı ve eski bir kasetçaları var. İkisi de çok güzel çalışıyor.

 

Arkadaşım ve dayıoğulları, gelinleri ile köyü geziyoruz. Köy küçük ama birkaç roman yazılacak hikâyeler var. Köyün adı, Seyit Hasan.

Hiç kapanmayan köy çeşmesine gittik. Gençler yanında toplanmış. Bayramlaştık. Hasbihâl ettik. Suya pınar anlamında piyar diyorlar.

3 kız kardeşmiş suyun adı (üç bacılar). Köyde çok kişiye görünmüşler. Köyü gezerken tam bir Anadolu ninesine rastlıyorum. O hikâyeyi daha da detaylandırıyor.

 

Bir gün rüyasına 3 bacılar giriyor. Bizim ağzımızı tıkamasın. Ben onun ağzını tıkasam iyidir? Boğilir?

Ninem orda 3 kız 3 oğlan olduğunu söylüyor. Söylenceye göre, sıtmalı çocuğu orada içirip sonra o suyla yıkarlar, iyileşirmiş.

Köy de Zeynel Abidin’in soyundan geliyor. Türbe var ve orada Zeynel Abidin soyundan gelen dede var, orayı ziyaret ettik. Komşularda çay içtik. Onlar coğrafyanın sıkıntısından dolayı mutsuzdu ama biz biraz da olsa neşelendirdik. Batıdan doğuya doğan ışık gibi.

Bir romanlık hikâye de Yeter’in. Kocası ölüyor. Almanya’da yaşayan kardeşleri yardım etmiyor. Kardeşlerin en büyük yardım dediği, en acı darbeyi vuruyorlar. Yeter’e 3 çocuğunu yetimhaneye bıraktırıyorlar. Yeter İstanbul’da bir ailenin yanına yatılı bir işe giriyor. Hafta sonları çocuklarını görüyor. İstanbul’dan küçük kızını Malatya yetiştirme yurduna veriyorlar. Yeter’in gözler çeşme oluyor. Yanında çalıştığı aile Yeter’in küçük kızını yanına almasına izin veriyor. Şimdi Yeter çok insancıl, kızı da öyle.

Diğerleri köyde değildi, görmedim. Kızı, üç çocuk yapmış. Yeter emekli olmuş çocuklarına koşturuyor. Çok mutlu. Hüzün dolu hikâyenize çok üzüldüm ama mutlu sonunuza şahit olduğum için ben de çok mutluyum dedim, sarıldık ayrıldık. Almanya’da yaşayan kardeşleri bizim sayemizde çocukların sokaklara düşmedi diye övünürlermiş.

O dönem o kadar kötüydü ki yetiştirme yurtları diyor, bebeğin biri 6 aylıkken bırakılmış yurda. Bir yaşında bebek ölecek diye buna vermişler, emzirsin diye. Sadece 2 aylığına izin çıkmış. Yeter bebeği alınca bebeğini 2 yıl kaçırmış. Sonra elinden almışlar. Ne kardeşlermiş be! Onlar sayesinde Yeter ve çocuklar yıllarca birbirine hasret kalmışlar. Çile de bonusu.

 

Tavanda çocuklar ve anneler uyuduk. Sabaha kadar silah atılmış ama ertesi günkü gibi çatışmadan değil, bayram sevincinden. 18 saat yorgunluktan sonra, seslerini hiç duymadım.

Sabah köyden taksiyle bizi gezdirmek için Cemal geldi. Önce Batman Midyat üzerinden Hasankeyf. Geçtiğimiz yerler televizyonda gösterilen, hep çatışmaların olduğu yerler. Bir tane saklanacak ağaç yok, her yer boş. Ama biz savaş falan aldırmayıp oraların doğasını tüm yalınlığıyla izledik. Hiç çatışma görmedik. Doğa adeta kendini görmemizi, sevmemizi istiyordu.

 

Sağda Dicle, salına salına süzülüyordu. Buraları ince ince anlatsam bir saat sürer. Bence gidin görün. Dicle’nin üstünde kahvaltı ve kahve keyfi yapın. Kaleye çıkın. İncir, üzüm alın. Güzel fularlar alın. Uzun Hasan’ın oğlunun türbesini ziyaret edin.

 

 

Yolumuz Mardin’e.

Yeni Mardin dev hapishane bloklardan oluşuyor. İnce, zarif hikâyesi olan Mardin, tepede.

Tüm dükkânların tabelası, renkleri aynı. Arka sokakları, kiliseleri gezdik. Kırklar Kilisesi. Hikâyesini anlattı din adamı ama bana biraz uyduruk gibi geldi. O yüzden anlatmıyorum.

 

Yedik, içtik. On çeşit karışık kahve, gümüşler ve başka dikkatimi bir şey çekmedi. Ama taş evler sokaklara bayıldım. Burada tüm kapılar mavi.

Oradan sonra akşam köye dönerken biraz heyecanlandık, Bismil’de sokaklar kapalı diye. Biz geçtik, gece çatışma sesleri köye geldi ama herkes o kadar alışmış ki, ben de onlar gibi pek korkmadım. Çatıda yattık.

Sabah kahvaltıdan sonra bir yürüyüş yaptım. Köylünün mısırı buğdayı elinde kalmış, tüccar almıyormuş. Almaz tabi dedim mısırı buğdayı ithal ediyor seni borçlandıracak kredi çektirecek ve sen tarlanı ona çok ucuz fiyata borcunun karşılığı vereceksin.

Köyden tren geçiyor. Göz alabildiğine ova ama tek bildikleri buğday mısır ekmek. İnsanlar kendi kendine değersizleştirilmiş.

Bu topraklar kasıtlı ektirilmiyor. Bu topraklar bırakılıp da batıya asgari ücretle çalışmaya gelenle dolu. Gaziantep, Mardin, Urfa, Diyarbakır uçsuz bucaksız birinci sınıf tarım alanı. Tek bir ağaç yok. Oysaki kapama ceviz bahçeleri, Antep fıstığı, incir, karpuz, üzüm her şey olurken bir tane ağaç yok bomboş.

Üstü tarım için cevher, altı da petrol yatakları. Kıskanç Kapitalist. Hırsız. Bunu alenen çalmaya kalksan radar var diye tüm sürücüler bir anlığına dost olur ya, direkt ikiyüzlü gerçek yüzünü gösterse elbirliğiyle kovalayacağız, o da evde oturanları kavga ettiriyor ki rahatça çalsın. Kendi anladığım şekilde yazdım yani ev içinde kavga çıkarıyor. Aile fertleri birbirine girince o da o hengâmede yapacağını yapıyor. Ev halkından birisi fark edip hırsız var dese aile üyeleri hırsızın kafasını koparacak.

HIRSIZ VAR!

 

Çok ilgimi çeken, burada erkek nüfus çok. Batıda kadın nüfusu çok. Doğuda kadın parmak sayısı kadar az. Onlar da türbanlı, Arap oldukları belli. Yöre halkından değil. Sabah köyde üç bacılar çeşmesine yürüdüm. Berivan diye 5’e giden bir kız, 3 erkek bir dişi ördeklerini gütmeye gelmiş. 6 kardeşler bir tek Berivan kız. Antalya’ya döndüğüm otobüste muavinin ikisi kız 6’sı erkek kardeşi varmış.

Tam neyin sebep olduğunu anlayamadım. Ama bunda bir iş var. Bence araştırma konusu olmalı.

Bismil’de çatışma çıkmış. Köye taksici zor geliyor. Yollar hep kesik, çöp bidonları devrilmiş, yollar kapalı. Kestirmeden otobüs durağına çıkıyor ve Diyarbakır otobüsüne biniyoruz. Bir saat sonra Bismil sokaklarında sokağa çıkma yasağı ilan edilirken biz merkeze, Bağcılar’a geliyoruz. Televizyonda çatışmaların Tunceli’de, Bismil’de devam ettiği söylenirken…

 

Diyarbakır Dağkapı, Ulu Cami, Keçi Hurcu, Kırklardağı, On Gözlü Köprü, Fırat’la Dicle’nin birleştiği yeri, görmeden mi geleyim? Hem de ciğer yemeden.

Neyse, hep beraber Dağ Kapıdayız ama tüm güvenlik güçleri orda. Yiyoruz ciğerimizi. Biraz yürüyünce çocuklar gitmek istiyor, arkadaşımla çocuklar dönüyor. Biz de Zeynel Beyle yürüyerek devam ediyoruz.

 

İşlerimiz yolunda gidince Sura çıkıyorum. Hevsel Bahçeleri, On Gözlü Köprü, Kırklar Dağı ve Dicle. Kıyıda bir kahve içiyoruz.

İşimiz erken bitiyor ama o yörenin kocaman kışlık kavunları var. Onlardan tohum takas şenliği için tohum almam lazım. Bir tanesi on kilo geliyor. Her yer kapalı. Arıyoruz, çok sonra buluyoruz, alıyoruz. Eve dönerken Diyarbakır Dağkapı, barut kokularına teslim oluyor.

 

 

28 Eylül akşamı kanlı dolunayda ay tutulmasını izledik. Facebook’ta bir paylaşımda öğrendiğimize göre bitmesini istediğimiz olayları kâğıda yazıp yaktık. Neşe’nin, Mehtap’ın, Zeynel’in ve benim kâğıdımızda da savaşlar vardı.

 

Bu savaş bitmeli ve toprak reformu yapılıp her aileye işleyebileceği toprak verilmeli. Yüzde yüz organik, hiç kirlenmemiş araziler. Tamamen tarım politikasına dayalı bir proje geliştirilmeli. Bu kadar insan enerjisi, alın terine dönüştürmeli.

Doğu, yapı olarak tamamen erkek. Dağı-taşı var sadece. Çiçeksiz ağaçsız, neşesiz. Kısacası kadınsız ve mutsuz. Bu yüzden savaş var. Fırat’la Dicle yeniden coşkusuna kavuşmalı.

Hindistan’da Piplantri köyünde, her doğan kız çocuğu için 111 ağaç dikilirmiş. Bakımını da aileler yaparmış.

Buraya ancak kadınlar barışı getirebilir. Tüm kadın sanatçıları, aydınları, köylü anaları, mühendisleri hâkimleri, öğretmenleri… Kim gidecekse… Tüm kadınları, kızları doğunun kuraklığına davet ediyorum. Barışı götürelim, savaşmayan erkekler de bizi desteklesin. Ölen bizim çocuklarımız. Analar büyütüyor, babalar savaştırıyor. Onları biz büyüttüysek kararları biz verelim. Savaşı durduralım, evlatlarımızı yaşatalım gözyaşlarımız akmasın. Kahkahalarımız özgür kalsın.

Sevgiler.

Author: Nihal Küpeli

Ziraat Mühendisi, gezgin, doğasever.

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This