TÜRKİYE’DE AKADEMİSYEN OLMAK (6) – Araştırma İmkân Ve Özgürlüğü

 

Bu yazı dizisinin önceki kısımları:
TÜRKİYE’DE AKADEMİSYEN OLMAK (1)
TÜRKİYE’DE AKADEMİSYEN OLMAK (2)
TÜRKİYE’DE AKADEMİSYEN OLMAK (3)
TÜRKİYE’DE AKADEMİSYEN OLMAK (4)
TÜRKİYE’DE AKADEMİSYEN OLMAK (5)

 

 

ARAŞTIRMA İMKÂN VE ÖZGÜRLÜĞÜ

 

Bir akademisyenden beklenen şey aslında bilim üretmesidir. Üniversite, daha doğrusu YÖK her yıl “bu sene bilimsel olarak ne ürettiniz” diye sorar. Yani kitap, makale yayınladınız mı? Bir uluslararası veya ulusal konferansa katıldınız mı? Tebliğ sundunuz mu? Akademik bir jüride üye oldunuz mu? Buna benzer başka neler yaptınız?

 

YÖK’ün akademik performans hakkındaki bu soruları her yıl neden sorduğunu merak ederim.

 

Ömrü boyunca yayımlattığı doktora tezi veya buna ek başka bir eserinin dışında kitabı olmayan bir hayli akademisyen mevcuttur. Yurtdışında yabancı bir dilde tebliğ sunmayan hocaların sayısı da çoktur. Neticede bilimsel performansı olan ile olmayanın maaşları aynıdır. Hatta çoğu idari olarak rektörlüğe kadar yükselmişlerdir. Türkiye’de rektörlük, dekanlık, müdürlük gibi aslında idari göreve gelenlere daha çok itibar gösterilmesi büyük bir garabettir. Çünkü bu mevkilerin bilimsel performans ile hiçbir alakası yoktur.

 

Üniversitedeki akademisyenlerin bir kısmı kısıtlı imkânlara rağmen araştırma yaparlar. Türkiye’de birkaç üniversite hariç bilimsel yeterliliğe haiz kütüphanesi olan üniversite yoktur. Yeni kitap almak için harcırah yoktur. Kütüphanecilere o kadar düşük maaş verilir ki onlar işe bile gitmez.

Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde becerikli bir hademe kütüphaneyi idare ederdi. Ona bunun için ekstra para verdiler mi, tabii ki hayır. Bu kütüphanenin rafları çökünce ise yıllarca kapalı kaldı. Vakıf üniversitelerinin kütüphaneleri ise henüz yeni kurulmaktadır. Genelde İngilizce kitap satın alırlar. Yabancı gözlemciler bu kütüphaneleri görünce bunlara kütüphane denilmesine şaşarlar.

 

Bir araştırmacı devlet kütüphanelerinden yaralanmak isterse, yanmıştır. Beyazıt Devlet veya İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde açık raf sistemi yoktur. Görevliler istenen kitabı getirir. Ancak bu bir hayli vakit alır ve tek seferde üç adetten fazla kitap verilmez.

Üniversitedeki genç araştırmacıları bu zorlukların dışında maddi sıkıntılar da beklemektedir. Araştırmaları için fon bulamazlar. Zaten üniversitelerin araştırma fonları kısıtlıdır. Hocalar bunun için ciddi mücadele etmek zorundadırlar.

Genç araştırmacılar bu yüzden işin kolayına kaçarlar. İnternet çağında bir hayli makaleye ve esere ulaşmak çok kolaylaşmıştır. Birçok üniversite yurt dışı dergilerin tarandığı sitelere (Ebsco gibi) üyedir. Vakıf üniversitelerinde bu çok yaygındır. Ancak abonelikler çok kısa süreli, yani deneme sürecindedir. Dolayısıyla sürekli yararlanma imkânı bulamayabilirsiniz.

Bilhassa gençlerde çalıştıkları tezle ilgili bütün eserleri incelememe veya kaydetmeme alışkanlığı başlamış bulunuyor. Daha da kötüsü kullandıkları kaynağın çok önceden başka bir araştırmacı tarafından kullanıldığını fark etmemek veya kendisi bulmuş gibi yapmak eğilimi var. Bir de hiç görmediği eserler ve makaleleri kaynaklar kısmına yazarak çok kaynağa eriştiklerini gösterme merakını da saymak gerekir.

Doğru, yayıncıların da kaynakların zengin gözükmesi için yazara böyle bir telkinde bulundukları sıkça oluyor. Gençlerde bu davranışların gelişmesinde hocaların tez esnasında öğrenci ile yeterince ilgilenmemeleri de bir neden olabilir. Çünkü Devlet üniversitelerinde artık hocalar çok sayıda Yüksek Lisans veya Doktora tezi yöneterek gelirlerini artırma derdine düşmüşlerdir. Dolayısıyla bilim dünyasında suç sayılan intihal (çalma) olayları da artmaktadır. İntihal birisinin eserini kaynak göstermeden, kendi yapmış veya bulmuş gibi kullanmaktır. Ülkemizde birkaç vakanın dışında (o da siyasi nedenlerle) intihal olaylarının üzerine gidilmemektedir. “Yakalanmayan hırsız, hırsız değildir” mantığı işlemektedir.

 

Diğer bir çarpıklık da kitapların korsan baskısı yapılmasıdır. O da olmazsa fotokopi ile çoğaltılması ve satılmasıdır. Benim başıma her ikisi de geldi. Birsinde bu işi yapan kitapçıya ulaştıysam da netice alamadım. Mahkemeye gitseniz de netice almanız pek mümkün olmamaktadır.

Zaten sosyal bilimler alanında akademisyenlerin eserlerini bastırabilmeleri de ayrı bir maceradır. Çünkü yayıncılar ancak satılma ihtimali olan eserleri basmaktadırlar. Bilimsel eserleri basmaya yanaşan yayıncı pek yoktur. Eskiden üniversitelerin kendi yayımları, hatta matbaaları olurdu. Şimdi bütçeler kısıldığı için bu imkân da ortadan kalkmıştır. Herkes hazırladığı bir tezi, makaleyi veya kitabı bastırmak ister. Bu onun doğal hakkıdır. Ancak dünyanın başka yerlerinde de bilimsel eserleri nazlanarak basarlar. “Adamını bulursanız” buna da bir çözüm getirilir.

 

Yabancı dil bilen, zeki ve becerikli öğrenciler hemen piyasaya girerek para kazanmanın yollarını ararlar. Şüphesiz herhangi bir konuda bilimsel merakı olan bir genç, akademik kariyer yapmak ister. Ben bu gibi adaylara “babanın parası var mı?” diye sorarım. Çünkü Araştırma Görevlisi olarak devlete (veya vakıf üniversitesine bile) girseniz cüzi bir maaş alırsınız.

Hele Sümeroloji, Hititoloji gibi aslında ülkemiz için gerekli branşlarda eğitim alanlar, sonunda işsiz kalmaya namzettirler. Çünkü bu gibi bilgilerle donatılan gençler ancak devlet katında iş bulabilirler. O da çok zordur. Eğitim sistemin çarpıklığı yüzünden gençlerin büyük çoğunluğu üniversite tahsiline yönlendiriliyor ve öğretmenlik gibi bazı branşlarda devlet kurumlarının ve serbest piyasanın hazmedeceğinden çok mezun veriliyor.

 

Şimdi de üniversitelerimizdeki kırmızıçizgilere gelelim.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi hiçbir ülke kendi geçmişinde yaptığı hataların incelenerek, yayınlanarak kendi yüzüne vurulmasından hoşlanmaz. Yabancı erklerin hâkimiyeti altında olan uluslara bazı tabular konulduğunu biliyoruz.

Ancak üniversiteye dâhil olana kadar kendi tarihimizle ilgili kırmızıçizgiler de olduğunu pek fark edemeyiz. Çünkü okullarda MEB’in öngördüğü müfredat çerçevesinde hangi konuların işleneceği açık-seçik belirtilmiştir. Zaten ortaöğretimde bilimsel tartışma zemini pek yoktur.

Üniversitelerde de bir nevi müfredat vardır.

Dolayısıyla daha düne kadar Kürt denilemezdi. Şimdi ise Kürtçe bile öğretilmeye başlandı. Belki size doğrudan şu konuyu çalışma denilmeyecektir, ancak bunu yaparken bir takım mobbinge maruz kalacağınızı bilmeniz gerekir.

Resmi olarak olmasa da sizi çekemeyen meslektaşlarınız bunu fırsat bilerek sizinle ilgili çirkin dedikodular çıkarabilirler. Daha da kötüsü hakkınızda soruşturma açılabilir. Bunun bir sonucu olmasa da itibarınızı ve siniriniz bozmaya yeter.

Medyaya baktığınızda şöhret olan hocalar kimdir? Osmanlıyı methedenler el üstünde tutulur. Bunu aslında doğal da karşılamak lazım, çünkü her halk kendi geçmişi ile gururlanmak ister. Geçmişte milyonlarca insanın canını alan Stalin’i bile bugün hala özleyenler çıkmaktadır.

 

Kısacası Tarih gibi branşların siyaset ile çok yakın ilişkisi vardır. Dolayısıyla bu alanda çalışanların dikkatli olması gerekir. Kendi ülkenizi tenkit edemezsiniz ama başka ülkeleri rahatlıkla tenkit edersiniz.

Bir de sosyal bilimde çalışanların ispatlanmamış hayalleri vardır. Bu hayallerin aksini iddia edemezsiniz. “Yeryüzünde 300 milyon Türk vardır ve hepsi Türkçe konuşur” derlerse bu desteksiz yalana ulu orta karşı çıkmak bazen saldırıya bile uğramanıza neden olur.

Unutmayınız ki sırf akademisyenler değil, bizde herkes tarih, din, siyaset ve futbol bilir.

Tarihçiyim diyenler size kaynak olarak Wikipedia’yı gösterebilir. Dolayısıyla alışılmış görüşlerin dışında bir tez ileri sürmek hayli zordur.

Kısacası akademisyenlik, hele sosyal bilimlerde tatsız ve meşakkatlidir.

 

 

 

Author: Nadir Devlet

Prof. Dr., Türk Dünyası tarihi ve uluslararası ilişkileri uzmanıdır. 20 ve 21. yüzyılda Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk halklarının geçmişi, bugünü, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik yapıları üzerinde yoğunlaşmıştır.

Share This Post On

Submit a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Share This